Üç tarafı denizlerle çevrili, dört mevsimi bir arada yaşayan, karayla çevrili doğu yönünde sarp dağ eteklerine kurulmuş, birbirinden güzel şehirleri ve bu şehirlerin efsanelere konu olmuş güzel insanları olan, güzel ülkem.
Çok azının gerçek hayatla ilgisi olan diziler ve gerçek hayattan alınma fakat örnek teşkil etmeyecek şov içerikli programlarla uyutulan, güzel ülkem.
Dünya siyaset sahnesinde tamamen yalnızlaşan, güzel ülkem.
Sadece savaştan kaynaklı olmayıp, İslami kardeşlik adına da umuda yolculukla ülkelerini bırakıp gelen ve çok zaman önce bize bile yetmeyecek duruma getirilmiş ülke kaynaklarını bölüştüğümüz artık sayısı bilinmeyen insanların varlığıyla mülteci kampına dönen, merhametli ülkem.
Burada yanlış bir anlaşılma olmasın. Bizim özümüzde, mayamızda olan merhametten bahsediyorum.
İktidarın göstermelik merhametinden değil!
Siyasilerin hayatımıza paldır-küldür girmeleri de yordu bu güzelim ülkeyi.
Gönül adamıyız biz.
Dergaha girer gibi gireceksiniz!
Sakin ve sessiz!
Gerçi yıllardır yapamadığınızı şimdiden sonra da beklemiyoruz.
Kendimizi eylemeği biliriz biz!
Doğaya düşman, çocuk ve kadını değersizleştiren, bilimden habersiz siyasilerin gölgesinde olmak, kendi dünyanızı yaratmadığınız sürece çok sıkıcı.
Karıncayı ezmemek adına yolumuzu değiştirerek yürümek, bir günlük ömrü olduğunu bildiğimiz halde kelebeğin uçmasına yardım etmek öğretildi bize.
Elimizde ki uçan balon kaçınca, uçurtmamız, elektrik direğine dolanınca üzülen, beslediğimiz hayvan, Kurban Bayramı’nda kesilirse yas tutan çocuklardık. Türkçe derslerimizin en önemli kompozisyon konusu olan “Hayvanlar”ı yazarken, “En yakın dostlarımız hayvanlardır” diyerek yazmaya başlayan nesilden gelmeyiz.
Bu nahiflikle büyümüş olan bizler en yakın dostlarımızı ne şekilde olursa olsun katleden canilere lanet okuyabilecek kapasitede değiliz.
Sadece elleriniz kırılsın!
İnsanoğlu yok olunca, dünya cennete döner mi bilmem ama insanlık adına üzgünüm Tanrı’m!
Kötülüğe karşı şiddet göstermeden direnmenin öncülerinden Mahatma Gandhi, “Bir milletin büyüklüğü ve ahlaki gelişimi, hayvanlara olan davranış biçimi ile değerlendirilir” demiş.
Ne güzel demiş!
Çok güzel demiş!
Sevgisi yeter deyip başka çocuk düşünmemiştim kızımdan sonra.
İş hayatında kendime küçük bir kariyer yapayım derken ablasından on üç yıl sonra gelmişti oğlum.
Evimizin kokusu daha bir güzelleşmişti.
Belki de kaptanı kötü ve sürekli su alan bir gemi gibi görünen dünyada yeni bir nefese sahip çıkmak ve
barınağı sağlam bir liman inşa etmek de korkutmuştu biraz. Öncelikle kendi azmi sonra bizim desteğimizle kurulur her şey dedik.
Her çocuk şanslı doğmuyor,
Anne-babayı seçemiyor.
Dilerdim fırsat eşitliği olsun ve sadece saklambaç oynarken gözlerini kapatsın!
On sekiz yaşına kadar her bireyin çocuk sayıldığı bilimsel bir gerçeklikte çocuk gelin, çocuk damat nedir ya?
Tarikatların gölgesindeki kurslar, çocuğunuzun eğitiminde çözüm değil kör düğümdür!
Kokusunu hiç bir şeye hiç kimseye değişmeyin!
Rahmetli Anneannem “Hamilelik dönemi naz dönemi. Doğum, rüzgar gibi gelir-geçer. Çocuğu büyütmekse ruhun bedenden ayrılması kadar zordur“ derdi. Arapça ile o kadar kafiyeli ve manalı dile getirirdi ki bütün torunlarının kulağındadır.
Kadın cinayetleri ile acılarını, avuçlarıyla toplayamayacak sayıda anneler, babalar yaratıldı.
Ebeveyn olmak, pedagojik formasyon -öğretebilme dili- gerektiriyorsa, sevgili olabilmek için de lazım artık.
Ali Amcam öğretmişti:
Hz. Ali der ki; Kadınlar reyhandır. Kırmayınız!
Her insan doğduğunda masumdur.
Sonrası mı?
Hiç birimiz masum değiliz.
Herkes az-buçuk günahkar.
Etrafını bütün canlarla seven bir yüreğiniz olsun ki azalsın günahlar.
Unutmayalım ki hepimiz aynı daldayız.
Mesele dala çiçek açtırabilmede.
Arada yapraklar dökülebilir, boranlar çıkabilir.
Marifet, dalı kırmamada!
Kadın, erkek, çocuk, hayvan ve bitkilerle hepimiz aynı gök kubbenin altındayız.
Birbirimizi eksiltmek niye?
Gönül gözümüz açık olsun.
Hepimize yeter!