Bekleyiş Dolu Avlular

Zaman akıp geçti. İşte buradayım. Varlığın ve hiçliğin arasından geçiyorum, su damlası yaprağın üzerinde  gülümsüyor. Taşlar tüm ağırlığıyla evrenin kalbi gibi duruyor anlamın  kapısında. Davetkar  bir yalnızlık,  zamanın kelimelerini örsünde dövüyor. Hatırlıyorum o inanmış olanları, hikayemizin başlangıcına ilk sözü düşürenleri.

Kadınlar ışığı toplayıp geliyorlar, yıkanmış sözcüklerin parlak yüzünde tarıyorlar saçlarını, eril kirlilikle her şeyin yüzünü kaplayan örtüyü değiştiriyorlar. Bekleyiş dolu avlularda kardeşliğin yitirilişine ağlıyorlar. İnanmayı bırakıp, bütün bildiklerinden kuşku duyuyorlar, makilerin ve Orontes’in adıyla sesleniyorlar. Kelimelerin yükünü güneşin sesine yükleyip, ağustos böceğinin celladını çağıran sesine gidiyorlar . Zamanı topluyor Seleukos sabahın tüllerinden, lapis damarlı elleriyle Defne’nin  yaprağına dokunuyor, Defne  tanrının oğlu Apollo’ya  diz çöktürüyor.

Asi Nehri tersinden akarak kentin kalbini ikiye bölüyor. Ve bir kadın eskimiş pencereden  ufukların endişeli   boşluğuna bakıyor. Uçurumun ağzındaki kartalın sesini çağırıyor, cümlenin  kanatları açılıyor, ölümün hoşgörüsüyle  çağırıyor  geceyi. Güney  rüzgarları kaya mezarlarının   küllerini eşeliyor, sarnıçların hafızasında yer altına uzanan geçmişten söz ediyor Titus. Her taş bir kelimeydi kedilerin huzursuz bekleyiş dolu  bakışlarında.

Bergamot kokulu akşam güneşi vuruyor  geniş avlulu evlerin pencere camlarına. Sarımtırak  beyaz kalker taşlı yüksek duvarlar zerdeçal rengiyle son ayine hazırlanıyor, buhur kokuları sinerek duanın kalbine kırık pencerelerde dağılıyor. Kemerli nişlere serili  duvar halısına inceden kadın sesi siniyor. Fanus yanıyor, dilimin hüznü gölge  oluyor  baykuşun gagasında. Sezgilerimde gizli dileğim, birden üşüyor Şeyhim Hızır makamında.

Simon Terk’i Diyar eyliyor sulara ayın şavkı inince. Eteğindeki bütün dünyevi zevkleri uçurumdan aşağı silkeliyor, yüksek kayalığa oyarak yatağını, çilenin sonsuz basamağına tırmanıyor. Güney rüzgarlarına şarkı söyleyen kuşu  dinliyor. İncinen bir yüzleşme  gibi duruyor sarnıçta rahibin yüzü.Kayalara oyulmuş çilehanede kirpiklerinden  öpüyor kayıp zamanların yasını . Bir sığırcık  kuşunun siyah kanatlarının  gölgesinde  su içiyor. Sarnıçlarda biriken    suyun yüzündeki bulutun suretinde vaftiz ediyor sözcüklerini.

Cebele Akra  sisin dilinden anlatıyor kılıç artıklarını. Kendime dönüyorum, bir dağ  oluyor kalbim Musa’nın Dağı’nda, dökülen kirli tarihin kanıdır. Ah! Görseydiniz. Görseydiniz ağacın, kuşun, taşın, tarlaların bir kadının sürgün sözlerinde nasıl inlediğini!

Her şeyi eşitlemiş bir kavimden hangi dilden bağışlanmayı dileyecekler. Gözyaşları içindeki şeyhi kim uyandıracak İlyas ile Hızır’ın  buluşma şarkısına. Binlerce yıl önce başlamış buluşmaya kim söz taşıyacak ıssızlığın ortasında. Suya anlatıyorum  karıncalardan öğrendiklerimi. Işık kendi tapınağını yontarak son sözünü söylüyor . Çekilme vaktinin tüm iç sızısını bırakıyor  dağlara.Bir kitabın son sayfası gibi birikiyor ışığın kılıçları.Titriyor hayatın kalbi esintide.

Git artık .Git!Aşk var orada. Arapçadan bize kadar uzanan kelimelerin yükünü kim alacak, ona varmak için. Hiç bir şey varmıyor gözlerimin vardığı yere.Bir kilin yüzünde susuyorum.Başlangıcın tüm sesleri geceler boyu uyutmuyor içimi.Bekleyiş dolu avlularda güneş batarken bir ses duyuyorum. Bir ses. Sivik uçlarında  üveyik seslerinin içine saklanıyor çocuklar. Akdeniz şarkı söylüyor, zamanın çanı çalıyor, Ulu Cami’de duaya kesiliyor taş.

Hem evvelde gizlidir, hem ahirde tarihin bizden istediği bekleyiş dolu avlulardan gitmek.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir