Herkesin gittiği geceleri, o uğultulu yalnızlığı avuçlarıma alıp ışık tozları haline  getirip ayın ve yıldızların aydınlattığı bilgelik gölünün  yüzüne savururdum.
Evimiz uzak yürek çöllerinin kıyısındaydı ve ay üşürdü suskunluğumda. Dağdan usulca inen rüzgar zamanın başlamadan önceki sonsuz boşluğundan söz ediyordu. Gece boyu rüyalar görürdüm .Bütün rüyalarımın sonsuz ölçüsüzlüğü, çiçeğin bir gece büyüyüp ağaç oluşuyla başladı. Kocaman pembe çiçekli çiçek saksıdan çıkıp bahçede devasa bir ağaç olmuştu, bir tek ben geçiyordum ışıklı görünmez yapraklarının  içinden. Bir mutluluk kaplıyordu içimi, ruhumun incecik yolunun ucuna kadar soluksuz yürüyüşe çıkmış gibiydim. Kelimeler yol boyu ağaçlara yuva yapmış huzur veriyorlardı.
Bütün camlar aydınlığı ve karanlığı ölçüsüz kırıyordu yüzümde. Dilimde sözcüklerin rengi kayarak birer gölge gibi deftere dökülüyordu. Kelimelerin  büyüsüne kendimi teslim ettim; kırılgandım,  tedirgindim, hayali bir ülkedeydim, sürüklenip gelen sabah rüzgarlarıyla benini yitiren benliğim sürükleniyordu.
Ve her sabah erkenden uyanır o muhteşem ışığın doruklardan uyanışını izlemek için ağacın tepesine  çıkardım. İlk ışıklar çiçeğin gözeneklerinden geçerken ışıl ışıl renkler saçılıyordu. Işığın ve kokunun bilgesiydim. Ve bana ışık kokan sözcükleri o anlar armağan etti.
Evimizin yanında su dolu bir dere rüyalarımın testilerine akardı .
Karanlığın sınırlarının inceliğinde seslerin en ince tonunu duyardım şahdamarımın atışında.
Bir baykuşun avını boğazlama sesini duyduğum gece her şey içimde acının renklerine boğuldu.
Hep muamma sessizliği varlıkların dili  olmuş ve ben o dilin   yüzeyinde yüzüme bakar olmuştum.
Dudaklarım hep zamanın devrik suskunluğunda zahiri yanılgıydı, yamaçta sonsuz sükunetle solan mezarlık hep konuşurdu .
Bir gün ışığın ve gölgenin birbirine küstüğünü gördüm. Annem ıssızlık ormanından  kor renkli kelimeler getirmişti. Kelimeleri  uçurumun ucunda açan ölümsüz otlarıydı, avuçlarıma bırakmıştı. Ve ay annemin zifir saçlarını öyle bir okşuyordu ki babamın gözlerinde, o akşam ben dalıp ovaya sözcük topladım .Dedem delici bakışlarını gökyüzüne çevirip şiir okuyup ardından ağlamaklı mırıldandı. Sesinin beni bu kadar  etkilediğini  fark etmemiştim. Uzaklığın aklını toplayıp suskunluğumun çölüne getirmişti.
Sonra gecenin kıyısında ışığını öldüren ateş böceği gördüm. Bir karınca yükünün altında uyuyordu.
Cırcır böceği sesiyle ölüm duası ediyordu.
Eve döndüğümde kitapların sözcükleri birer renk topu gibi odada dağıldığını gördüm.Dönüp dönüp hepsi bir çiçeğin yapraklarından geçip kalbime dökülüyordu.
Ve o gece baykuş sesinin hançerinde öldü.
Kırlangıçlar ovada tüylerini bırakıp gittiğinde çoktan aşk defterini bir kefen gibi giydirmiştim yılanın yüzüne, derisini yastığımın altına bıraktı ve zehrini içti.
Düşünceyi bir yağmurlu gün tohumun bilgeliğinden çıkarıp toprağın rüyasına ektim.
Şarkılar söyleyen ağacın renginden  uyandım, uzun bir  cevap  gibi sorulmamış bir sorunun bağışlayıcı sesinden.Çiçeğin renginin kokusundan evime geldim . Hala sıcak, neşeli, huşu içinde.