Büyük Şarkının Esintisi

Rüzgar, güneyin bütün kederini, hüznünü, yelpaze gibi açılan  palmiye yapraklarına taşıyor.Ne diyeyim? Bir sözcük esiyor kapalı evlerin eşiklerinden, bir çocuk ağlıyor, kederleniyor bulut. Bir nar ağacı pencerede yüzüne bakıyor; dolu çardaklardan su içiyor, dua okuyor karıncaya. İçimin mekanları renk değiştiriyor, her şey ile aramda o anlaşılmaz, tarifsiz dilin sesleri  uzaklığım oluyor. Yaşlı bir mülteci geçiyor yanı başımdan ;kederli bakışında çılgına dönüyor  içim. Biliyorum ki, insanın içi bir bakışın seline kapılınca  bir daha geri gelmiyor. İçinin boşluğunu dolduracak bir görüntü, bir ses, bir sözcük her neyse, peşini  bırakmıyor artık.

Ah, biliyorum yitirmemin ne olduğunu. Biliyorum kutsal mabetlerinin sunaklarında harcanan hayatların o tanrısal şehvetini. Hangi sözcükler uzaklıklar olur, sese ve ilintiye renk olur, her defasında  hayatı, ölümü, mülteciliği öğreten  bu coğrafyanın kor ateşinden biliyorum. Dönüp dönüp aynı yalanın kaburga kemiğinden doğuruyoruz kendimizi. Anlamaktan çok inanmaya tapıyoruz.

Hayatla dalga geçtiğim zamanlarda sert dokunuşlarıyla insanlar ekleniyor hayatıma ya da birileri eksiliyor, bir yalnızlıktan başka bir yalnızlığa  geçiveriyorum. Geçmişin anıları, geleceğin soruları zamanın duvarına asılıyor . Geleceği bilmek isteri miydim ? Bilemiyorum. Çoğu kez birbirinden kopmayacak geçmişin ve geleceğin, zevkin ve acının doğum sancıları aynılaşıyor an’da. Başkasının rüyası mıydı an, onların rüyasının bahçesinde mi dolaşıyordum? Zaman sadece cevapsız sorular mıydı? Ne başlangıcını ne de sonunu  bildiğimiz zamanın içinde dilimin sessizliğine benziyordu yaşadıklarım , rengin sessizliği gibi dağılıyor boşluğun gözleri.

Kendi konağına gecikmiş bir yolcu gibiyim ;tarifsiz izlerin karmaşasında kendi ruhumun ayaklarına lekesiz yol arıyorum. Rüzgar esiyor, renklerin  gölgeleri içime dökülüyor; bahçedeki limon ağacı, yaprakları dökülen ceviz ağacı uzun uykuya dalıyorlar. Sokaklarda insanların, seslerin, ışıkların çekildiği anlara, yalnızlığım dipnot olarak düşüyor ışığın iç çekişine .

Gitmeli insan soluksuz rüzgârlar  gibi tenini kanatırcasına uçurum uçlarına. Eski bir türkünün nakaratı gibi düşüveriyor her şey günün dudaklarına. Zaman, beni takvimin yapraklarına sığdıramayacak kadar acemilikler yapıyor. Ve eksik söylenmiş bir sözün başlangıcının haritasını bırakıyor avuçlarıma. Islık çalıyor hüzün böyle zamanlarda ve böyle zamanlarda birbirimizi suçluyor, acıtıyor ve yakınıyoruz. Kendimizi haklı çıkarmak için durmadan nedenler arıyoruz. Ruhlarımızı  kilitleyip, tarihin kirli mührüyle mühürleyip, erişilmeyecek raflara kaldırıyoruz. Har şey ile aramıza mesafeler koyuyoruz; öyle anlaşılmaz oluyor  ki, çözülmeyecek bir lanetin kanını bulaştırıyoruz  insanlığa.

Rengin soluk sesi dökülüyor doruklardan mekanlara . Ve anıları  da, acıları da, her şeyi unutup güneyden gelen  bulutların aya dokunuşunu izliyorum. Ay avuçlarıma dökülüyor.  Ben böyleyim işte. Yaşlı bir köpeğin düşlerini okşuyorum sonra . Bakışlarının ince yakarışını. Ölüm sessizce mırıldanıyor ağzında.

Sözcüklerimle çerçeveletip bakışımı, yaz rüzgârlarının  yoksul duvarlarına asıyorum, sırtımı dayayıp gölgelerin ölümüne, söğüt yaprakları gibi başımda dalgalanan renklerin suskun şarkısını dinliyorum. O sesi hasretle bekliyorum, nasıl da sığınmaya çalışıyordum unutuşların ve anımsamanın  darbelerinde.

Gözlerimin rengini tenine sürüyor gökyüzü.Bir hançer gibi iniyor ruhuma sözcüklerin zinciri. Böyleyim ben. Gideceğim zamanları bilmem ki önceden, kime gideceğimi de. Bir yere de gitmiyorum.

Taş döşemeli evlerin sokakları gibi kelimelerim, onların sesi yankılanır düşlerimin ayak seslerinde ;ne çok severim günün  ellerinde esinti kelimesini.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir