Dokunamayacağımız Kanatları Sevmek

 

Karşı  dağların ufuk çizgisinde dalgalanan güneşin ilk ışıklarına takılı kaldı bakışlarım. Güneşin dağlara inişi, köye   doğru çekilişi doğal saat gibi işliyor ; saatte bakmaya gerek  kalmadan deneyimler üzerinden saatin kaç olduğunu biliyorsun.

Görüntüler ışık hızıyla bilinçaltımıza iniyor, duygular kendini tarifleyecek  dili oluşturuyor, çağrışımlar, geçmişin görüntülerine  çarpa çarpa eskiyi ışık  oyunlarıyla yeniden anlamlandırarak ortaya çıkarıyor. Zamana ve mekana sığmayacak kadar büyük acılı  öyküler oluşuyor.

Yolunda gitmeyen şeyler olduğunda;duygu da, düşünce de, ruhta mutlak körleştirmeye karşı çıkarak ; çocukluğumun seslerinin  uçlarına basa basa, tepesinde içimi susturacağım dağ, özlemimi  gideceğim rüyanın o sessiz mekanlarına gidiyorum.Çocukluğumun utangaç, sıkıntılı, isyankar, iki dilsizlik arasına sıkışmış kırılgan, tedirgin dünyasının kapılarını kapatıyorum üstüme hızlıca.

Pencerenin olduğu duvarı boydan boya kaplayan  çiçek işlemeli perdenin kristal boncukları parlıyor. Güneş, sarı rengin bütün tonlarıyla içeri  doğru ilerliyor, sararmış otlar  ve kuru toprak görüntüleri perdenin gözeneklerinden içeri sızıyor. Işığın soluksuz raksını izliyorum. Sessizliğin o gizemli sırrının büyüsünde damıttığım hikâyelerin, şiirlerin hem oyuncusu hem de seyircisiyim. İstemediğimiz bir hayata sürüklenişimizin soruları ve sonuçları bilincimizin karanlığından çıkıp hayal ettiğimiz hayatın duvarlarına  çarpıyor. İbni Haldun’un söylediği ‘’Coğrafya kaderdir. ‘’ cümlesi acımasızca içimizi hırpalıyor.

Saksağan kuşlarının tedirgin  sesi, kargaların sac çatılarda kayma oyunları, sığırcıkların tedirgin sesleri  geçmişin  derinliğinden seçtiğim anların görüntülerinden yeni yaşanmışlıklar yaratıyorum. Görüntüleri başa alıyorum, çoğu kez dondurdup kaçırdığım ayrıntıyı düşünüyorum. Yatağın ucuna oturup kaçınılmaz olarak değişen tüm şeyleri,  gelecekte yaşanacak hayatın  kayıplarını düşünüp;yeni  cümleler, bakışlar, dokunuşlar, sesler  yaratarak hazırlanmaya çalışıyorum.

Işık oyunları artıyor. Güneş ışınları pencerenin peykine  kadar sokuldu.  Kimin hayatını yaşadık biz? Kimdi bizden giden? Neden ait olmadığımız eşiklere gittik, kapı önlerinde bekledik? Neden yerleşik kuşları değil de çekip giden kuşları sevdik hep? Soruların kaotik sessizliğinde, iç seslerimizin çığlıkları yankılandığında kendi hakikatimizin yoluna düşmek ne kadar acıtıcı!

Uzaklara  bakıyorum yatağımın ucuna oturarak. Uzaklıklar içime dönüşüyor. Geçip gidenler, gülüşleri hiç solmayan o çocuklar, bizim çocuklar dediklerimiz ayva satıcıları, düşlerini bize bırakan o büyüleyici hakikat  yolcuları. Çocukken pencereden baktığım  o dağın doruğuna çıktığımda  maviye dokunacağım sanıyordum. Doruğa  çıktığımda ne kadar uzak olduğunu gördüğümde hayatımızda  böylesi uzaklardan oluştuğunu anladım. Kaç hayat harcadık bu uzaklıklar için? Kaç ömür? Kaç ses? Kaç umut? Bizim kuşlar gibi hayatlarından çıkıp gideceğimizi düşünenler çekip gitti, hayatın ince ironisi bu olmalıydı.Neden korkuyorsak, korktuğumuz şeye dönüşerek  bir başkasının canını yakıyoruz.

Yüzlerine baktığım insanların çoğu hayatlarının son virajlarına girmiş gibi son kez bakıyorlar her şeye, son kez dokunuyorlar ışığı ucuna, son kez gülümsüyorlar sanki.

Her  şeyden  uzak güneşin sesiyle  uyandım . Çoktan kaybolmuş  evlerin eşikleri, pencerelerin pervazları, harabelerin kokusu, taşları  dağılmış mezarlıklar, nişler, duvar halıları, bilgelerin sözleri , dedemin kehribar kokar sesi.Her şey zamana yenik düşüyor o an’ların son tanıklarıyız. Derin nefes alıyorum.

Neden kanatlarını okşayamadığımız kuşları sevdik hep?

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir