Pencereden, rüzgarda titreşen okaliptüs ağaçlarının tepesindeki yeni filizlenmiş fıstık yeşili yapraklarını öpen ikindi  güneşinin o doyumsuz arzusunu seyrediyorum.Son kez dokunuyor her şeye sanki, bir daha asla olmayacak  gibi tüm duygu tonlarını damıtarak içinde, çekiliyor . Pencereyi hafifçe aralıyorum, rüzgarın mavi gökyüzünü toplayıp içeriye  getirmesini  bekliyorum. Yüzüne, sesine, bakışına özlem duyduğum bir yüzü bekler gibi bekliyorum, pencerenin peykine içimi koyarak.
Toplum olarak  tüm alanlarda ‘’distopik ‘’ bir hayatın tüm  oluşturucularını yaşıyoruz. Dokunduğumuz her şeyden korkuyoruz. Sağlık konusundaki endişeli ruh halimize, düşüncemizi  ifade etme sürecinde  başımıza gelecek olanlara kadar, geniş bir alanı kaplıyor . İkisinde de ‘’korku’’ düşüncesi ve duygusu duruyor ilişkilerimizin eşiğinde. Hayatımızdan çok sevdiklerimizin hayatından ciddi endişeler taşıyoruz. Böylesi süreçlerde ölüm korkusu;sosyal ilişkileri,işi, yol arkadaşlığını, siyaseti, dini ve tümüyle insanın duygu dünyasını değiştiriyor. Hiç kimse sürecin sonunu ön göremiyor ve herkes kendi ihtiyacı için kendi lehine değiştirmeye çalışıyor. Bizim gibi ruh dünyası, siyasi dünyası parçalı duran toplumlarda, ötekiye güvenmeyen, mülteciyi sevmeyen,özcü bir bakış açısıyla herşeyi biçimleyen, ırkçılık eğilimini siyasi söylemleriyle güçlendiren toplumlarda ‘’korku ‘’ tehlikelere karşı birleştirici bir unsur olacağına,barış eğilimini güçlendireceğine ;daha da ayrıştırıcı, baskıcı yöntemler geliştiriliyor.
Işığın yapraklara oynamasını izliyorum, okaliptüs  ağacının esinti de çıkardığı seslerle konuşuyorum. Marketten aldığım meyveleri yıkıyorum , sodaların şişelerini ve virüsün eşyalardan ne kadar yaşayabileceğini düşünüyorum. Birden yeşil mandalina poşetine ilişiyor  gözüm; kaç işsizin eli değişmiştir, kaç Suriyeli mültecinin, kaç eğitimden yoksun çocukların elleri, markete taşıyanların o kaygılı yüzleri, market çalışanlarının virüs ile asgari ücret arasında kalan hayatları, işsizler, evsizler, yoksullar ve ellerini yıkamak için su bulamayanlar. Bulanık bir nehir gibi akıp durdu zihnimde her şey. Tahakküm aracı olarak topluma  giydirilen siyasal, hukuksal ve yargısal ablukanın acımasız  kuşatılmışlığı, dokunduğumuz her şeyden tiksindiğimiz virüsün görünmez düşmanlığı , yıllarca herkesin ruhuna sinmiş korku kültürünün zihinlerde nasıl şekillendiğini yaşıyoruz. Herkes herkesten her anlamda korkuyor, korkunun o güçlü şekillendirici gücü, güven duygusu üzerinde ezici üstünlüğü tüm ilişki ağlarımıza yansıyor. Korkunun ne kadar kötü bir yol gösterici(mürşit) olduğunu ve görünür olmayan bir çok eksik duygu ve kişilikleri görünür kıldığını görüyoruz. Lacan’ın dediği gibi gerçek ‘’daima aynı yere geri döner ‘’ tespiti her gün yeniden hayatın içinde kendini tarihsel tekerrürler yoluyla yeniden inşa ediyor.
YaÅŸamımızı  canlı tutmak için sürekli öyküyü deÄŸiÅŸtirerek, yeniden kurgulayıp yeni dille  güncelleyerek, yeni anlamlar ekleyerek, anlattıkça hep bir baÅŸka boÅŸluÄŸa kapı aralıyor gibiyiz.Son yarım asırlık hayatımızda  hakim olan tek ÅŸey ” korku ” ve dönüp dönüp yaÅŸamımızın her alanında yeniden kendini güncelliyor siyasal aktörlerini deÄŸiÅŸtirerek.Sanki her ÅŸey kendini korkunun ruhundan  doÄŸurmuÅŸ gibidir. Bütün medeniyetlerin inÅŸasında’’ korku’’ temel olarak görülmüştür. İnsan  yaÅŸamını kuÅŸatan, her ÅŸeyin geliÅŸmesine referans olan, evler, köyler, aletler ve silahlar, yasalar ve tüm kurumlar, sanat ve din korkuyla inÅŸa edilmiÅŸtir.Kutsal kitaplar bile tehdit mektupları gibidir. Bir toplumda güven azaldığında, daha büyük toplumsal ayrışmaya neden olacak ÅŸiddet aygıtları üretilir ve herkes potansiyel bir tehlike olarak algılanır ki virüsten tehlikeli haldir.
Hep korkuyla yaşamaya alışmış ve terbiye edilmiş  toplum olarak,her zaman korkulacak süreçler üretilmiştir . Hayatımızda değişen tek şey;nesnesi sürekli değişen korkunun bu coğrafyada yaşamımızın kaynağı olmasıdır . Tek bildiğimiz dil, korkunun dilidir. Öyle kurduk, öyle koruduk, öyle geliştirdik. Başka da dil öğrenemedik.